“(Ey Şeytan!)
Onlardan gücünün yettiği kimseleri (yüreklerde çınlayan) sesinle titret/sarsıntıya uğrat/yoldan çıkar.
Gerek yaya gerek atlı bütün ordularınla dört bir yandan yürü üzerlerine. (Onların üzerine yaygarayı kopar.)
Mallarına/servetlerine ve evlatlarına ortak ol. Türlü vaadlerle oyala onları. Zaten şeytan insanlara aldatmadan başka bir şey vadetmez.
Ama şu da kesin ki (Ey şeytan!) Bana yürekten inanan kullarım üzerinde etkin bir gücün olmayacaktır. Vekil olarak Rabbin onlara yeter.”(İsra: 17/64-65)
Ayet-i kerimenin son cümlesi “derin bir nefes almamızı sağlayan” Allah’ın güvencesini veriyor. Şeytanın elindeki tüm silahları işlevsiz hale getiriyor.
İman eden gerçek müminleri “kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa”(2/255) tutundurarak emniyete alıyor.
Korktuklarından emin umduklarına nail kılıyor.
Zulkarneyn aleyhisselamın Ye’cuc ve Me’cuc ordusunu (şeytan taraftarlarını) engellemek için inşa ettiği “üstünden aşılması, delinip içinden geçilmesi imkânsız”(Kehf: 18/97) bir setle müminleri korumaya alıyor.
“Bana iman eden kullarım üzerinde bir gücün olmayacaktır.” Senin gücün seni otorite kabul eden ve koruyucu zırhını üzerinden çıkaranlara yetecek…
“Kahrolası kör şeytan” diye feveran etmeye gerek yok. Kendi şeytanımızı kendimiz besliyor, büyütüyor ve bizi ayartmasına müsaade ediyoruz.
Sadece kendimizi değil aile bireylerimizi, eş ve evlatlarımızı da “yakıtı insanlar ve taşlar olan” ateşlere atıyoruz.
Neden? Çünkü bir Müslümanda bulunmaması gereken zaaflarımız çok.
“Düştüm mahpus damlarına öğüt veren bol olur, toplasam o öğütleri burdan köye yol olur” demiş Cem Karaca merhum. Yolunu kaybedince insan başta nefsi emare ve şeytan aleyhillane olmak üzere ayartıcı ve akıl verici birçok arkadaşla tanışır. Emredici birçok otorite…
“Haydi gel huzur/mutluluk/doyum/aradığın her ne varsa bizde” telkiniyle yüreklere salınan ayartıcı tuzaklar…
İman kalesinin kapısını şeytana açan “doyumsuz şehevi arzular”…
Nefsi emare, moda, özgürlük, gösteriş, dünya sevgisi, makam mevki düşkünlüğü, şöhret, servet, özenti, doyumsuzluk, tüketim çılgınlığı, desinler, şeytan, şeytani dürtüler, şeytanlaşmış insanların iğvası…
“Kaderin böylesine…” diyerek de hiçbir şeyi çözmüş olmuyoruz. “Taleb nasılsa, tabii, netice öyle çıkar, Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?” diyor Akif merhum. Çok da doğru söylüyor.
“Zaman bozuldu ne diyelim!” mavrasının da bir anlamı yok. Zaman ilahi bir mucize, en büyük nimettir. “Zamana sövmeyin!”(Buhari, Edep, 101) Peygamber ikazını duymadın mı? Kabahat zamanda değil bizim durduğumuz “iman-küfür arasındaki kaygan zeminde…”
Yoldan çıkmışlığımızın “faturasını hep başkalarına kesmekle” de doğru bir netice almak mümkün değildir. “Hayat binasını çökmek üzere olan bir uçurumun kenarına kuran”(Tevbe: 9/109) bir kişi veya toplumun kurtuluş imkânı var mı?
Şeytana ve şeytani dürtülere gönül kaptırmış gibiyiz. “Celladına âşık olmuşsa bir millet, ister ezan ister çan dinlet…”(Ömer Hayyam) “Kuzu kurta âşık olmuşsa” yapacak çok şey yoktur. “Kuzunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Zira kurt, kuzunun düşmanıdır. Asıl hayret edilecek şey; kuzunun kurda gönül kaptırmasıdır.”(Mevlana ks)
İslam’a yabancı, yol yordam bilmeyen, acemi, şaşkın, avare gibi davranmakla,
İslam’a mesafeli, çekingen, üşengen, kararsız, gönülsüz, tepkisiz kalmakla,
İslam’a seyirci, kurtuluşu başkalarından bekleyen, taşın altına elini sokmayan bir anlayışla,
İslam’a dargın, Müslümana kızgın, kırgın, öfkeli, hırçın… bir hayatla “sahili selamet, hayalden ibaret…”
Netice olarak, şeytanın elindeki “ayartıcı silahları” etkisiz kılacak “manevi güç unsurlarına” ihtiyacımız var. Onlar da sağlam bir iman ve bu imanla beslenen mümince bir hayattır.
Adam içeri giriyor ve arkadaşlarına “şeytanınız bol olsun” diye beddua ediyor, biz “melekeleriniz meleğiniz olsun” duasıyla veda edelim…