“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler ise Tağut/Şeytan/Batıl davalar uğruna savaşırlar. (O halde ey iman edenler!):
Siz Şeytanın dostlarına karşı savaşın! Unutmayın ki Şeytanın hilesi kesinlikle zayıftır.”(Nisa: 4/76)
Hak-Batıl davası insanın varlığıyla başlamış kıyametin kopuşuna kadar devam edecektir. Haktan yana olanlar ve hak davayı yok etmeye çalışanlar da öyle…
Peki arada kalanlar… Ayeti kerimede onların adı anılmaya değer bile bulunmamıştır.
İman etmenin kuru bir iddiadan ibaret olmadığı “mallarını ve canlarını, (sahip oldukları tüm değerlerini) cennet karşılığında Allah’a satanlardan”(Tevbe: 9/111) anlaşılmaktadır.
Bu alışverişi yapanlar esasen kendilerine ait olmayan yani kendilerine borç/emanet olarak verilen şeyler karşılığında cennet pazarlığı yapmaktadırlar. Bu da Yaratıcının bir lütfudur ayrı bir hakikat…
Batıl taraftarları ise peşin ücret peşine koşan tacirler gibi. “İmana yatırım yapmaktansa imaja yatırım yapmayı” kâr sayıyorlar.
“İşte onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almış kimselerdir. Bu yüzden alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve (sonuçta) doğru yolu bulamamışlardır.”(Bakara: 2/16)
Bu mücadelede Sünnetullah ve imtihan gereği galibiyet sürekli el değiştirmektedir. “(İyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.)”(Ali İmran: 3/140)
İyi ve kötü günler toplumlar arasında yer değiştirse de sebeplere bağlı olarak gelirler.
Uhud savaşında Hz. Peygamber’in (sav) sıkı sıkıya tembihine rağmen okçular tepesini boşaltan sahabenin hatası bozguna sebep olmuştu.
Sahabe de olsanız Peygamber emrine karşı çıkmanın faturası ağırdı. “Sesinizi Peygamber’in sesini bastıracak şekilde yükseltir, (kendi görüşünüzü onun hükümlerine tercih ederseniz dünyada bozguna) ahirette hüsrana uğrarsınız.”(Hucurat: 49/2) dersi verilmişti.
Sarıkamış’ta ise Ordunun başındakilerin hatası vardı. Koca koca Paşaların… Hangi sebepten olursa olsun “Kâinat (kevni) ayetlerini gereği gibi okuyamayanlar” ağır bir felakete sebep olmuşlardı.
Hem “Uhud Dağı” hem de “Allahüekber dağları…” Bir başka dikkat çeken husus değil mi? İsimleri ve hatırlattıkları…
“Uhud dağı bizi sever biz de Uhud dağını”(Buhari, Müslim) buyurarak bir toprak parçasına ruh veren ve adeta Uhud dağını mümin kardeşi gibi gören Müslümanlara Uhud dağı ihanet mi etmişti?
Sarıkamış’taki “Allahüekber dağlarına” ne demeli? İsmiyle, yüksekliği ve haşmetiyle Allah’ın gücü ve kudretine işaret eden bu dağlar, “Allah davasını en yüce yapmak”(Tevbe: 9/40) için yola çıkanlara ihanet mi etmişti?
Hayır ve asla! Ne Uhud ne de Allahüekber dağları ve ne de yeryüzündeki herhangi bir toprak parçası iman edenlere ihanet etmemiştir etmez de…
Ortada Allah’ın koyduğu kevni ayetleri (Sünnetullahı) anlama problemi vardı. Evet, “gözü pek olmak” bazen işe yarayabilir. Tarık Bin Ziyad’ın yaptığı gibi “gemileri yakmak” fetih kapılarını açabilir.
Ama bu her zaman ve şartta geçerli bir kural değildir. Sarp dağları ve ağır coğrafi şartları “iman gücü” ile aşmaya çalışmak İlahi kanunlara meydan okumak anlamına da gelebilir.
“Nasıl olsa Allah kurtarır” diyerek yüksek binadan kendini boşluğa bırakmak gibi…
Bu noktada Mustafa el-Meraği’nin “Takva” kelimesi hakkında ortaya koyduğu tespit konuyu aydınlatmamıza yardımcı olacaktır.
“İttika, iki şey arasına engel koymaktır.” Muttaki, Allah’ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak suretiyle kendisi ile ilahi ceza arasına bir engel koyar.
Sakınılması gereken ceza (ikab) ise iki çeşittir. Dünyevi ceza ve uhrevi ceza… Her iki cezadan sebeplerinden kaçınmak suretiyle sakınılması gerekir.
1-Dünyevi ceza: Dünya cezasından Allah’ın kâinattaki kanununu (sünnetullahı) bilmek ve bu ilahi nizama muhalefet etmemek suretiyle korunulur.
2-Uhrevi cezadan ise, gerçek bir iman sahibi olmak, tevhid üzere bulunmak, salih ameller işlemek ve bunların zıddı olan küfür, şirk ve isyandan, fert ve topluma zarar veren günah fiillerden sakınmak suretiyle korunulur. (Takva işte budur.)”(İsmail Karagöz, Kur’an’da Takva kavramı, syf, 52)
Takva, maddi manevi tüm ihtimalleri gözden geçirip, sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi, istişareyi, Yaratıcının koyduğu kanunları dikkate almayı mecbur kılar.
Sonraki pişmanlık Uhud savaşında da Sarıkamış harekâtında da fayda etmedi. Gelecekle ilgili “ibret dersleri” olarak tarih sayfalarında yer almış oldu.
Neticede “Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiş Şehit olmuştur. Bir kısmı da Şehit olmayı beklemektedir…”(Ahzab: 33/23) sözleşmesi gerçekleşmiştir.
Bugün bize düşen tarihten ders almaktır.
Geçmiş hataları tekrarlamamaktır.
İrademizi Allah’ın muradına ayarlamaktır.
“Fedakâr bir milletin vefakâr” torunları olabilmektir.
Şehit kanlarıyla destanlaşan milli ve manevi değerlerimize canımız pahasına sahip çıkmaktır.
Bize emanet bırakılan değerlere ihanet etmemektir.
“Soğuktan donan” kutlu, şehit bir milletin torunları olarak “sıcaktan bunalan mekânlarımızda” dünyevi çıkarlar uğruna “İslam değerlerini satmamaktır.”
“Böyle bir ticaretin sonu iflastan başkası değildir.”(Bakara: 2/16)
Rabbim başta Sarıkamış şehitlerimize sonra da tüm şehitlerimize rahmet eylesin! Uğruna canlarını feda ettikleri değerlerin ilelebet yaşamasını nasip eylesin!