Ekleme
Tarihi: 13 Nisan 2018 - Cuma
“Hani (Ey Muhammed!), Biz sana demiştik ki: “(Tasalanma), senin Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır! Sana gösterdiğimiz o müşahedeyi (Miracı) ise, başka değil, insanlar için yalnızca bir imtihan aracı yaptık; tıpkı Kur’an’da geçen lanetlenmiş ağaçta olduğu gibi...
İşte, onları (bu tür imtihanlarla) korkutarak uyarıyoruz, ne var ki (bu) onların sadece küstahça azgınlaşıp böbürlenmelerini artırıyor!”(İsra: 17/60)
İslâm güneşinin doğduğu ilk yıllardı. Tüm insanlık için kıyamete kadar yeterli ve geçerli tek hakikat olan ilahi mesajlar, Hz. Peygamber’in (sav) şahsında peyderpey inmeye başlamıştı. Hayatlarının her alanını putperestliğin kuşattığı, cahiliye bağnazlığıyla yoğrulmuş bir topluluk karşılamıştı Efendimizi…
“(Ey örtüsüne bürünen Peygamber!) Kalk ve uyar!” emri gelince, başını kaldırdı, kırk yılını içinde geçirdiği, tüm çirkinliklerini bildiği toplumu göz önüne getirerek “Şimdi bana kim inanır ey Hatice?” serzenişinde bulundu. “Şimdi bana kim inanır?”
Yetim ve öksüz olarak büyümüş olması, maddi imkânsızlık içinde oluşu ve ilginç olanı “onlar gibi bir insan oluşu”, içinde yaşadığı müşrik toplumdan itiraz seslerinin yükselmesi için yeterli bir sebep oluşturuyordu.
Kalpleri şirkin çirkinlikleriyle kaşerlenmiş toplum, kurulu batıl düzenlerinin yıkılması endişesiyle; önceki kitabın mensupları “peygamberlik müessesesini” kaybetmenin hırçınlığıyla İslâm güneşini daha doğmadan söndürme mücadelesine girişmişti.
Müşrikler, Münafıklar ve Ehl-i kitap her ortam ve şartta Efendimize (sav) itiraz ediyor, kin, haset ve nefret kusuyor, geceleri hileler tertipliyor cevap ise hep varlığın tek sahibi Allah’tan geliyordu. Bir ara vahyin kesilmesini fırsat bilerek “Rabbi Muhammed’i galiba terk etti” diyerek dillerine dolamışlardı ki, cevap heveslerini kursaklarında bırakacak şekilde yetişiverdi.
“Rabbin sana darılmadı ve seni terk etmedi.” Tüm engelleme çabalarına rağmen İslâm nuru, yağmura hasret toprak gibi yüreklerde makes buluyor, iman tohumu her geçen gün daha gür bir şekilde filizleniyordu.
Nihayet hicretin eşiğine gelinmişti. İman davası uğruna nice bedeller ödenmişti. İslâm gelişip genişledikçe baskılar da artış göstermiş, Müslüman topluma yıllar süren boykotlar uygulanmıştı. Tarihçilerin naklettiğine göre “Haşimoğulları mahallesinde açlıktan ölmek üzere olan hayvan sesleri ve çocuk ağlamaları arşa dayanmıştı.”
Yeni bir açılım ve çıkış yolu bulmak için Efendimiz (sav) Taif’e gitmeyi denedi, umduğunu bulmak şöyle dursun başına getirilmeyen kalmadı. Kovalandı, taşlandı…
“Senin peygamberliğine hiç kimse iman etmez ise ben varım ey Efendim, ben iman ediyorum” diyerek İslâm’ın ilk bahtiyar kadını olmakla şereflenen, Efendimizin dert ortağı, biricik eşi Hatice’nin ebediyete yürüyüşü, ardından Ebu Talib’in vefatı, zamanı, “hüzün yılına” döndürmüştü.
“Bittim!” noktasındaydı Efendimiz (sav). “Çaresizliğimi sana arz ediyorum ey Rabbim!” diye serzenişte bulununca Rabbi “yetiştim ey kulum!” demişti. Kulunu bağrına basmak, sahipsiz olmadığını kendisine hissettirmek için “İsra ve Miraçla” şereflendirdi.
“Hani (Ey Muhammed!)… Sana gösterdiğimiz o (malum) müşahedeyi ise, başka değil, insanlar için yalnızca bir imtihan aracı yaptık…” buyurarak İsra ve Miracı, ahır zaman insanlığı için kıyamete kadar devam edecek bir imtihan/sınama ve eleme vesilesi kıldı. Miraç mucizesi bir sınavdı.
“O söylemişse doğru söylemiştir” güven ve teslimiyeti gösteren Ebu Bekir gibi sıddıkları ortaya çıkarırken, “işte şimdi onun açığını yakaladık” diye sevinecek olan yalancıları ve münafıkları eleyecek bir elekti.
Eşsiz güç ve kudret sahibinin “(Ruh ve bedeniyle) Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığı Mescid-i Aksa’ya, varlık delillerinden bir kısmını göstermek üzere” gece yürüyüşüne çıkarması ve oradan da kendi huzuruna yükseltmesini imkânsız olarak görenler, Rablerinin “her şeyi yapmaya gücü yeten” oluşuna itiraz ediyorlardı bilerek veya bilmeyerek…
Mucize, kulları benzerini yapmaktan aciz bırakan demektir, Allah’ı değil. Allah için imkânsız diye bir şey olabilir mi? Onun için İsra ve Miraç hadisesi varlık âleminde her an gerçekleşen milyonlarca hadiseden başka bir şey değildir. Allah bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol!” der, o da “hemen oluverir.”
Cenab-ı hakkın kâinatın işleyişiyle ilgili koyduğu yasalar (sünnetüllah) kendi irade ve gücünü sınırlayabilir mi? Elbette sınırlayamaz. O emrederse ateş yakmak şöyle dursun İbrahim’e serin ve selamet oluverir. Bıçak kesmez olur. İşte tam da bu sebepledir ki, âlimlerin çoğu (cumhur-u ulema) İsra ve Miracın ruh ve bedenle gerçekleştiğini söylemiştir.
“Dinde var olan sabiteleri (açık ve kesin hükümleri) inkâr etmekle dinde olmayanı dine ilave etmek arasında mahiyet açısından bir fark olmadığını” ileri süren âlimlere göre “Din, akıldan önce nakle dayanır.” Bu sebeple ayetle sabit olan Mescid-i Aksa’ ya kadar olan kısmın inkârı “küfür” sayılmıştır.
Oradan zaman ve mekândan münezzeh olarak yapılan Miraç, ayetle sabit olmadığı ve bu konudaki hadisler de sahih olmakla birlikte tevatür derecesine ulaşmadığı için inkârı “küfür değil bidat ve çirkin davranış” olarak görülmüştür.
İsra ve Miraç mucizesinde Ümmet-i Muhammed (sav) için müjdeler yer almaktadır. Bakara suresinin son ayetlerinde “Hiç kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemeyeceğini” vadeden Allah, “şirk koşmanın dışındaki günahların tövbesiz de affedilebileceğini” müjdelemiş ve o geceye mahsus bir hatıra olmak üzere “beş vakit namazı” hediye etmiştir.
Miraca yükselmek isterse eğer bir kul, bu ulvi gayeye benlik duygusundan tamamen uzaklaştığı “secdeyle” yükselecektir. “Ümmetimin miracı namazdır” buyurmuyor mu Efendimiz (sav)?
13 Nisan 2018 Cuma akşamı idrak edeceğimiz “Miraç kandili” tüm insanlığa barış, esenlik ve huzur getirsin inşallah. Tüm İslâm âleminin kandilini tebrik ediyorum…