“Geri kalan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. O kadar ki, olanca genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, dahası vicdanları da onları sıkıştırmıştı. Sonunda Allah’tan başka sığınacak hiçbir merci olmadığını da anladılar.
Sonra eski hallerine dönebilmeleri için Allah onlara tevbe nasip etti. Çünkü Allah, yürekten pişmanlık duyanların tevbelerini geri çevirmez, kullarına karşı daima şefkatli ve merhametlidir.”(Tevbe: 9/118)
İnsanların çoğu rüzgârın önündeki yaprak misali kendisini hayatın akışına bırakmışken bu “üç sahabe” neden böylesine üzgün ve neden vicdan sızısı içindeydi?
İnsanların çoğu “günah denizi içinde” boğulmak üzere olduğu halde hallerinden şikâyetçi değilken bu üç sahabeye ne oluyordu ki “iki gözü iki çeşme” durumundaydı.
Hem bu sahabeler (Hilal b. Ümeyye, Mürare b. Rebi, Kâb b. Malik) Bedir savaşında yer almış, Allah düşmanlarına karşı göğüs göğüse çarpışmışlardı. Yani imanlarını ispat etmişlerdi. Hem de canlarını feda etmeyi göze alarak.
Ama bir başka cihad emrine karşı “gevşeklik gösterdiler.” Güç, kuvvet ve imkânlarına güvenerek “Tebük Seferi” esnasında geri kaldılar, Hz. Peygamber (sav) ile birlikte hareket etmediler.
Onunla birlikte yola çıkmamalarının altında kâfirlerin inançsızlığı yoktu. “En gözde sahabelerdi” onlar. İman zaafiyeti içinde değillerdi. Münafıklık işaretlerinden biri bile bulunmuyordu karakterlerinde. Tüm benlikleriyle Allah’a teslim olmuşlardı. Kusurları neydi peki?
Tebük Seferine çıkma konusunda “gevşek davranma, ağırdan alma” tavrı göstermeleriydi. Güçlerine güvendiler, bineklerine güvendiler “Nasıl olsa yetişiriz” dediler ama yetişemediler.
Onlar “Kâfir” mantığıyla hareket etmemişlerdi. Allah (cc), Peygamber (sav) ve müminlerin düşmanı olmadılar. Küfür cephesinde yer almadılar. “Münafık” tavrı da göstermemişlerdi. Çünkü münafıklar “Bu sıcakta savaşa mı gidilir” diyerek “geri kalmalarıyla sevinmişler”, üstüne üstlük peygamberin cihad çağrısını “çirkin görmüşlerdi.”(Tevbe: 9/81)
Ağırdan aldılar, gevşek davrandılar ve geri kaldılar. Geri kalmalarına da çok çok üzüldüler. Böyle bir duruma düşmekten dolayı müthiş bir pişmanlığa gömüldüler.
Sonuçta Tebük seferinde İslâm ordusu herhangi bir çatışmaya girmeden geri döndü. Ancak geride kalanlar için imtihan şimdi başlıyordu. “Mazeretsiz olarak Hz. Peygamber (sav)’in komutanlığını yaptığı İslâm ordusuna katılmamanın bedeli ne olacaktı acaba?”
Hz. Peygamber (sav) üç sahabenin ifadesini aldı ve vahyin ışığında kararını verdi: “Onlar hakkında Allah’ın hükmü gelinceye kadar bu üç sahabeyle hiç kimse konuşmayacak, kimse selâmlarını almayacak, kimse onlara selâm vermeyecek!”
Günlerce devam ediyor bu tecrit. Kâb b. Malik geliyor mescide selâm veriyor kimse selâmını almıyor; Hz. Peygambere (sav) bakıyor acaba yumuşamış mı diye ama asla bir karşılık bulamıyor. Ve kırkıncı gün bir karar daha veriliyor onlar hakkında:
“Bu üç sahabe eşlerinden de uzak duracak, eşleriyle aynı mekânda durmayacak!”Aralarında kendi ihtiyacını karşılayamayacak derecede eşinin yardımına muhtaç olan sahabiye bile hiçbir imtiyaz tanınmamıştır.
Üç gözde sahabe “münafıklara benzer özellik sergileme” münasebetiyle büyük bir cezaya tabi tutuldu. Sadece “onlara benzer bir tavır ortaya koydukları için” bu ağır cezaya çarptırıldılar. Ve ayetin ifadesiyle “Olanca genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, dahası vicdanları da onları sıkıştırmıştı.”(Tevbe: 9/118)
Bu gün Müslümanlar bunca “İslam’a aykırı” hal ve hareketlerine rağmen hiç üzüntü duymuyor, vicdanları sızlamıyorsa bunun cezası acaba ne olacak? Bunlar Allah’ın huzuruna hangi yüzle çıkacaklar? Bırakın Müslüman safında yer almayı, en büyük düşman olarak Müslümanları görenler Hz. Peygamberin yüzüne nasıl bakacaklar?
Üç sahabe yaptıkları yanlışın pişmanlığında yüreklerinde “ateş koru” taşımaya başlamışlardı. Ama şu hususu da yine Kur’an’dan çok iyi öğrenmişlerdi. “Hata ne kadar büyük olursa olsun Allah’tan başka sığınacak hiçbir merci yoktur.”(Tevbe: 9/118)
Nihayet ellinci gün affedildikleri müjdesi verilmişti kendilerine. “Sonra eski hallerine dönebilmeleri için Allah onlara tevbe nasip etti. Çünkü Allah, yürekten pişmanlık duyanların tevbelerini geri çevirmez, kullarına karşı daima şefkatli ve merhametlidir.”(Tevbe: 9/118)
Bu bir imtihandı ve üç sahabe zor bir aşamadan geçerek imtihanda başarılı olmuşlardı. Bu gün hepimiz çeşitli şekillerde imtihana tabi tutuluyoruz. Hz. Peygamber’in (sav) ifadesiyle “insanlar madenler gibidir.”
On dört ayar altın ile yirmi iki veya yirmi dört ayar altın, ya da altın görünüşlü sahte maden bir işleme, adeta “kalite imtihanına” tabi tutulduğunda ortaya çıkabilmektedir. Ateşe tutulduğunda gerçek altın madeni ortaya çıktığı gibi, imtihana tabi kılındığında “gerçek Müslüman” belli olacaktır.
Demek ki “iman cevherimizin” kalitesini olaylar karşısındaki duruşumuz ortaya çıkarmaktadır. Ve değer, bizim sözlerimize göre değil davranışlarımıza göre biçilmektedir. Siz sahte altını “istediğiniz kadar methedin”, kuyumcu sizin sözlerinize göre değil, elindeki altının kalitesine göre değer biçecektir.
Dildeki yalan söz, kalbinin meyvesidir,
Seni batağa süren, iç âlemin sesidir,
Günahın üzmemesi, kalbin körelmesidir,
Kalp insanın aynası, kalite belgesidir.
Hz. Peygamber (sav) bu gerçeği veciz bir şekilde ifade etmiştir. “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33)
O halde, Allah’tan başka sığınılacak bir merci olmadığı bilinciyle ve onun huzurunda tüm maskelerin ortadan kalkacağı inancıyla hareket etmeli ve gevşek davranmamalıyız.
Yazık ki yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine! (Mehmet Akif)
Hayatı “kaçırılmaması gereken haz ve fırsatlar alanı” olarak görüp her türlü çirkinliğe bulaşanlar değil, “iman sözüne sadakatin ölçüldüğü değer alanı” olarak görenler ebedi saadete ulaşacaktır.
Müslümanlığın kalitesi “dudaktan dökülen sözcüklerde” değil, “kökü yürekte olan samimi davranışlarda” ortaya çıkar. Ne mutlu tüm benliğiyle Müslüman olabilenlere…