“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğu, Allah ve Rasulüne meydan okuyan kimselerle –isterse bunlar babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları olsun- candan, yürekten bir ilişki (sevgi) içinde bulamazsın!”(Mücadele: 58/22)
Bu ramazan ayı ve oruç sayesinde bir kez daha öğrenmiş olduk ki, Hak-batıl mücadelesi hiçbir zaman sönmeyecek bir ateştir. Böyle bir mücadelenin olmadığını sanmak safdillikten başka bir şey değildir. Neden mi?
İslâm’a gönül vermiş Müslümanlar her zaman alçakgönüllü, hoşgörülü ve mütevazı olmaya gayret eden topluluğuz. “Onlar küfrü tercih edenlere karşı sert ve kararlı, kendi dava arkadaşlarına karşı merhametlidirler.”(Fetih: 48/29) ayetine muhalefet ederek özellikle dava arkadaşlarımıza merhametsiz ancak karşıt fikirlilere oldukça toleranslı davranırız.
Dinimizin bir gereği olarak incinsek te incitmemeye, hakarete uğrasak ta gönül kırmamaya özen gösteririz.Bazen o kadar yumuşak huyluluğa bürünürüz ki, karşı tarafın yanlışlarına, incitici söz ve davranışlarına susmayı tercih ederiz. “Aman daha fazla kaybetmeyelim” endişesiyle. Bu, biraz da ikiyüzlülüğe dönüşüverir farkında olmadan…
Bu davranışımızla hedefimiz tabii ki, karşı tarafın da bizim iyi niyetimizden etkilenerek yumuşaması, İslâm’a karşı kin ve öfkesinin azalmasıdır. Ama ne mümkün! Biz tevazu gösterdikçe onlar hakaret ve öfkelerini alenen, hiç çekinmeden ortaya koymaya devam etmekteler.
Hak-batıl davasında Hak, Allah’a ait değerlerin yanında olmayı ifade ederken, batıl şeytan, nefis ve şeytanlaşmış insanlardan yana olmayı ifade eder. Hakkın yanında olanlar apaçık belliyken, batılın yandaşları kâfirler, müşrikler, münafıklar ve ilginçtir bazen de Müslümanlar olabilmektedir.
İşte Ramazan ayı ve oruç… Eskiden başka din mensupları bile ramazan ayında oruçlulara saygı gösterir, alenen yiyip içmezlerdi. Gizli yiyip içmeyi özgürlüklerinin kısıtlanması olarak değil, “insana saygının” bir gereği olarak görürlerdi.
Şimdi ise, aynı mahalleyi, aynı işyerini, aynı mezarlıkları, zaman zaman da aynı camileri paylaştığımız insanlar; komşularımız; ismi Ahmet, Mehmet, Fatıma olanlar; öldüklerinde cenazelerine koştuğumuz, iyi şahitlikte bulunduğumuz, kusurlarını görmezden geldiğimiz insanlar açıktan ve alenen, meydan okurcasına inancımıza, ibadetimize hakaret etmekten çekinmemektedirler.
Biz onları bizden biri olarak görürken onlar bizi çoktan defterden silmişler bile… Bizim incinmememiz adına hiçbir geri adım atmamakta, kinlerini açıkça ortaya dökmektedirler. Rabbimiz bizleri tavrımızı değiştirmemiz konusunda bakın nasıl ikaz ediyor:
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında “inandık” derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar…
Onlar size zarar vermek için hiçbir çabadan geri durmazlar; dahası sizi zora sokan her şey onların hoşlarına gider. Kinleri ağızlarından taşmaktadır; kalplerinde sakladıkları ise daha beter. Biz, bu ayetleri size açıklıyoruz ki belki aklınızı kullanırsınız.”(Ali İmran: 3/118-119)
Demek oluyor ki Müslüman “Sevdiğini Allah için sevmeli, Allah’ın sevdiğini sevmeli; nefret ettiğini de Allah için nefret etmeli, Allah’ın sevmediğine asla gönülden sevgi beslememelidir.” Bu davranışın da imanının bir gereği olduğunu bilmelidir.
Müslüman nerede durduğuna, kimlerle nasıl bir ilişki içinde olduğuna dikkat etmelidir. Hoşgörülü olmak adına “dini değerlerine saygısızlığa” müsamaha göstermemelidir. Madem onlar özgürlükleri adına hareket ediyor ve taviz vermiyorlarsa, biz de dini değerlerimiz adına hareket etmeli ve dost-düşmanı iyi bellemeliyiz.
Hem kimin nerede durduğu değil, bizim nerede durduğumuz önemlidir. “Bizler Allah’tan (hâşâ) daha fazla merhamet gösterme ukalalığına düşmemeliyiz.” Çünkü Hak-batıl mücadelesinde batıla gösterilecek müsamaha Hakka yapılan bir zulümdür.
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğu, Allah ve Rasulüne meydan okuyan kimselerle –isterse bunlar babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları olsun- candan, yürekten bir ilişki (sevgi) içinde bulamazsın!”(Mücadele: 58/22)
Bize düşen en büyük görev, onurumuzu ve ağırbaşlılığımızı korumak, batıl karşısında eğilip bükülmemek, ikiyüzlülük göstermemektir. Bunu yaparken de kaba kuvvete değil “onlarla en güzel biçimde mücadele et!” ayeti gereğince hareket etmektir.
Ve kesinlikle bilmeliyiz ki, bizler kendi davamızdan verdiğimiz her ödün, her gevşeklik bizi onların gözünde küçültmekten başka bir işe yaramayacaktır. Kendi davasının adamı olamayana hiç kimse saygı göstermez. Allah ta böylelerine değer vermez.
Küçümseme, meydan okuma ve dini değerlerimizle alay etme sadece Ramazan ve Oruçla ilgili de değildir. Hayatın her alanında ve her zaman var olan bir durumdur. Televizyonlarda, sosyal medya ve yazılı basında kısaca her alanda vardır. Hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar devam edecektir.
Ramazanda elden düşürmediğimiz, okuyup ezberlediğimiz, dinleyip duygularımızı kabarttığımız, geçmişlerimize hediye ettiğimiz Kur’an ayetleri bize “Müslümanca bir duruş” konusunda sık sık uyarmaktadır.
Kur’an ayetlerinde kocaları peygamber olan iki kadın bizlere kötü örnek olarak sunulmaktadır. Nuh ve Lut peygamberlerin hanımları iman etmemiş ve peygamber davasına ihanet etmişlerdir. Demek ki, siz peygamber dahi olsanız, bazen eşinizden, bazen çocuklarınız veya akrabalarınızdan sizin davanıza gönül vermeyenler çıkabilir.
Böyle bir durum karşısında İbrahim peygamber bize misal olarak sunulur. İman etmeyen babasının kurtuluşu için Allah’tan mağfiret dileyen İbrahim hakkında:
“İbrahim’in (iman etmeyen) babasına “Senin için kesinlikle Allah’tan mağfiret (bağışlanmanı) dileyeceğim”…Sözünde sizin için bir örneklik yoktur…”(Mümtahine: 60/4)
Yani, babanız dahi olsa, kim olursa olsun eğer iman ve inancınız konusunda alaycı, inkârcı veya meydan okuyucu bir tavır ortaya koyuyorlarsa, yalandan merhamete gelip, cenazelerinin başında “Nasıl bilirdiniz?” sorusuna sakın ha “İyi bilirdik!” cevabını vermeyin, İmanınızdan olursunuz.
Ve yalancı şahitlikten yargılanırsınız. Din düşmanları hakkında hüsn-ü zanda bulunup, iyi insanlar olduklarını söylemek yalana şahitlik etmektir. Yalan şahitliğin nasıl ki hukuki olarak bir sorumluluğu ve cezası varsa dini olarak ta sorumluluğu ve cezası vardır. “(Rahman’ın o has kulları) yalan ve sahte olandan yana asla şahitlik etmezler…”(Furkan: 25/72)
O halde, Ramazan, Kur’an ve Oruç bizlere bir kez daha “mümin şahsiyeti” kazandırmış olmalıdır. Davasının eri, Hak ve hakikatin yanında, başkalarına yaranmak için eğilip bükülmeyen, dürüst bir kişilik kazandırmalıdır.“Allah için sevip, Allah için nefret etmenin imanımızın bir gereği olduğunun bilincine” ulaştırmalıdır.
“De ki, herkes kendi tasavvur ve aklının verdiği istikamet üzere eylemde bulunur (herkes kendi sütünün iktizasını işler, kendine yakışanı yapar.) Nasıl olsa Rabbiniz kimin yöneltildiği yolun daha doğru olduğunu çok iyi bilmektedir.”(İsra: 17/84)
Rabbim, Hakkı Hak bilip Hakka tabi olmayı, batılı batıl bilip batıldan uzak durmayı nasip eylesin…