“(Ey iman edenler!) Size kolay da gelse zor da gelse seferber olup savaşa çıkın!
Zulüm ve kötülüklerin kökünü kazıyıp yeryüzünde adalet ve huzuru egemen kılmak için, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihada koşun!
Eğer bilirseniz, sizin için en hayırlısı budur.”(Tevbe: 9/41)
Bundan yüz beş yıl önceydi. Yani daha dündü. Çağ kapatıp çağ açan yüce bir millet ölüm uykusuna zebun olmuştu.
Etrafı kan emici vampirlerle çevrili, her biri yere serilen avın neresinin kendisine düşeceği konusunda toplantı üstüne toplantı yapmadaydı.
Ehl-i küfür, “kalpleri darmadağınık”( olmasına rağmen İslâm medeniyetinden arta kalan ne varsa mideye tıkmak için tuzak üstüne tuzak kuruyordu. “Kendilerince bir
hesapları/tuzakları vardı.”(Ali İmran: 3/54)
Asırlarca İslâm’ın hizmetkârlığını ve bayraktarlığını yapan Türk Milleti “ölecekse bir delille ölmek, yaşayacaksa bir delille yaşamak için”(Enfal: 8/42) elinde kalan son gücünü seferber etmişti.
Elde kıt imkânlar ve hatta imkânsızlıklardan oluşan silahlar, dilde ve gönülde Kur’an ayetleri…
Ölmeden cemaatle kendi cenaze namazını kılan kadın/erkek yiğitler…
“Kelime-i tevhid, kelime-i şehadet, Kur’an ayetleri ve Allah Allah” nidalarıyla arşın kapısına dayandılar.
“Allah’ın zafer garantili yardımını” yanlarında bulunca yedi düveli denize döktüler.
“Kesinlikle evet! Ama siz zorluklara direnir ve sorumluluk bilincini kuşanırsanız, düşman ansızın size saldırdığında Rabbiniz anlı-şanlı beş bin melekle sizin imdadınıza
yetişecektir.”(Ali İmran: 3/125)
Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanması pahasına bir millet Çanakkale’de küllerinden yeniden doğmuştu. Ama her doğuşun bir bedeli vardı. Ve ödendi… “Zahmetsiz rahmet olmaz” hakikati gerçekleşmişti.
“Allah Allah!” nidalarıyla, Allah için çıkılan savaştan, Allah’ın yardım ve inayetiyle “Çanakkale Zaferi” kazanılmış, “Çanakkale geçilmez!” kılınmıştı.
Sonra olanlar olmuş, insanlar Allah’ın yardımını unutmuş, zaferi kendi kahramanlıklarına bağlamış, şehitlik, gazilik, din, iman, dua, Kur’an bir anda “istenmeyen/düşman ve hatta afyon” ilan edilmişti.
Allah Allah nidalarıyla ölüme/şehadete koşan bir milletin üzerinden daha çeyrek asır geçmeden minarelerinden “Allah-ü Ekber” demek yasaklanmıştı.
“Allah” demek suç olmuştu...
“Din, İman, Kur’an, Ezan” istenmeyenlerin başında yer almış… İnancıyla zafere koşan bir millet, inancına düşman hâle gelmişti…
“Korona Virüse” rahmet okutacak bir “inançsızlık hastalığına” tutulmuştu savaştan zaferle çıkanların bir kısmı…
Gelinen bu noktada bu millet nice badireler daha atlattı. Nice canlar feda edildi. Nice imanlı yiğitler “bu mukaddes dava için” darağacına çıkmak zorunda kaldı… Müslüman toplumu olarak biliyoruz ki;
“Korona virüs” dâhil başımıza gelen tüm musibetler bir yönüyle “Kendi ellerimizle işlediğimiz günahların”( bir cezası, diğer yönüyle de “daldığımız derin gaflet uykusundan uyandırma” nidasıdır.
Yeryüzünü imar, inşa ve ihya; yeryüzünde adaleti hâkim kılma (Hilafet) vazifesiyle yaratılmış Müslümanlar olarak “en hayırlı ümmet olma”( vasfımızı kaybettiğimiz için “gelen musibetler sadece zulmedenleri değil hepimizi kuşatmaktadır.”(Enfal: 8/25)
Bu musibet, topyekûn bir helâk değil, “yol yakınken hatalarımızdan dönmemiz için tattırılan”(Rum: 30/41) azıcık bir ikazdır. Yoksa,
“Hak sillesinin sedası yoktur, bir vurursa devası yoktur.”
“Isra ve Miraç mucizesini” Rabbimizle kopardığımız iman bağlarını sağlamlaştırma yolunda yeni bir fırsat olarak görmeli ve değerlendirmeliyiz.
Yüreğimize çöreklenmiş olan “günah tortularından” kurtulma fırsatı olarak görmeliyiz. Başımıza gelen musibetlerden milletçe ders çıkarmalı ve “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!”(Bakara: 2/195) ikazına kulak vermeliyiz.
Millet olarak arınmak, yücelmek, yükselmek, kemale erme ve Cemalüllahi müşahedeye nail olabilmenin Kur’an ve Sünnete sımsıkı sarılmaktan geçtiğini anlamalıyız.
Ve ağlamalıyız…
Kâbe’nin yalnızlığına…
Hatalarımız yüzünden bu duruma düştüğüne…
Mescid-i Nebevi’nin garipliğine…
Mescid-i Aksa’nın esaretine ağlamalı ve ayağa kalkmalıyız.
Dualarımızın kabul olmayışına…
Belki Cuma namazına bile alınmayacak oluşumuza…
Ağlamalıyız…
“Bizim ıslah etmemiz gerektiği halde sorumluluktan kaçtığımız işi Rabbimiz “başka ordularına; yerin ve göklerin ordularına”(Fetih: 48/7) yaptırıyorsa bizi gözden çıkardı diye ağlamalı ve
Yunus Kavmi gibi iş işten geçmeden tövbe kapısına baş koymalıyız…