Ekleme
Tarihi: 01 Kasım 2016 - Salı
“Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onların başına öyle şiddetli zorluklar, öyle boğucu darlıklar geldi ve öylesine sarsıldılar ki, müminlerle birlikte Elçi de “Allah'ın yardımı ne zaman gelecek!” diye feryat ediyordu. Bakın, Allah’ın yardımı yakındır.”(Bakara: 2/214)
Hocanın biri çok sevdiği tek erkek evladını gün gelir uzak bir diyara göndermek zorunda kalır. O yaşına kadar kendilerinden ayrılmamıştır evlatları. Evlat ki nasıl evlat? Kahvaltısı masasına gelir, eli sıcak sudan soğuk suya değmemiştir. Annesi sanki kölesi olmuştur. Ne isterse iki katı emek görmüştür ailesinden. Ama ne yazık ki ayrılık vakti gelmiş, kuş yuvadan uçmak zorunda kalmıştır.
Baba, alır evladını kendi eliyle başka bir ülkede yerleştirir. Evladıyla birkaç akşam birlikte kaldıktan sonra “ölüm ayrılığı” gibi bir acıyla bırakıp yürek yarasını memleketine döner. Hasret daha ayrılık sarılmasında en yüksek noktaya ulaşmıştır. Vazgeçmek ister bu ayrılıktan, alıp memlekete dönmeyi geçirir içinden ama yapamaz. Oğlunun geleceği bu gurbet hayatına bağlıdır. Tuz basar yaralı yüreğine de ayrılır gözyaşları eşliğinde.
Eve geldiğinde gözü yaşlı bir babaanne ve anne bulur. Onlar da bu ayrılışın acısını çok derinden hissetmişlerdir. Bir anda olup bitene yüreklerini razı edememişler, ağladıkça ağlamaktalar. Uzak memleket denilen yer aslında bir telefon kadar yakın. Hatta teknolojinin ulaştığı seviye sebebiyle görüntülü haberleşme imkânı bile mevcut. Hâl böyleyken yürek bu, sevdiğini yanı başında görmek ister. Lokmalar boğazdan aşağı geçmez, gözyaşları kendiliğinden süzülüverir.
Hoca, çocukluğunda hep gurbeti yaşamıştır. Böyle olmasına rağmen evladından kopmanın üzüntüsü sinesine bir kâbus gibi çökmüştür. Oğlunun odasına girdiğinde yüreği paramparça oluvermiştir. Hazırlıksız yakalanmış gibidir. Evet, duygusal bir yapısı vardır ancak bu kadar hüzünleneceğini tahmin edememiştir. Sanki gurbete değil de ebediyete uğurlamıştır evladını. Ama ebediyete uğurlasa da yine daha sakin olmalı değil miydi?
Olmadı, yapamadı, alışamadı onun ayrılığına. Uyku girmedi gözüne, gözyaşları dinmedi sabahlara kadar. Bir yanlışın içinde miydi acaba? Sevgisi mi zehirlenmişti yoksa hazırlıksız mı yakalanmıştı bu duruma bilemedi. Ayrılık acısından daha büyük bir acının olamayacağını düşündü. Kendi derdini dertlerin en büyüğü olarak gördü.
Kahvaltı sofrasında iştahsız bir şekilde otururken cep telefonu ısrarla çaldı. İsteksizce doğrulup telefonunu açtı.
Mahalle muhtarıydı arayan. Hâl hatırdan sonra esas konuya geçildi. Muhtar mahalleden birinin “ölüm haberini” vermiş ve kendisinden salâ okumasını istemişti. Kahvaltı sofrasını bırakıp camiye yürüdü.
Salâ’yı okuyup eve dönerken cep telefonu tekrar çalmaya başladı, açıverdi telefonunu isteksizce. Oğlundan dolayı morali bozuktu. Yüreğinde kor vardı sanki. Telefon Ankara’dan geliyordu. Yakın bir dostuydu arayan. Hâl hatırdan sonra esas meseleye geçti dostu. Bu mübarek Cuma günü hürmetine hocadan dua istiyordu.
“Hocam! Küçük oğlum şu anda zor bir ameliyata girecek! Doktorlar kötü, umutsuz şeyler söylüyorlar. Ne olur bugünün hürmetine Cuma saatinde cemaatinizle birlikte dua etseniz! Ne olur bizden duanızı esirgemeyin!”
Hoca eve gelir, yarım kalmış kahvaltı sofrasına oturur. Amacı yemek yemek değil belki bir iki yudum çay içmektir. Eli kumandaya gider, televizyonu açıverir. Oğlundan dolayı bugün çok huzursuzdur. Ayrılık acısı yüreğini dağlamaktadır. Açtığı ilk haber kanalında spiker “son dakika” logosuyla mühim bir haber okumaktadır:
“Çıkan çatışmada beş asker şehit olmuştur. Şehit ailelerinin bağrına ateş düşmüştür!” Bir anda derin bir uykudan uyanır gibi olur. Bugün sabahtan beri yaşadıkları tek tek aklına gelmiştir. Bu olayların tamamı Rabbinden kendisine gelen bir şamardır aslında. Allah (cc), mesajını ayat-ı hâdisat içerisinde göndermekteydi kendisine. Diyordu ki:
“Sen bir baksana üzüldüğün şeye? İnsanlar hastane köşelerinde amansız hastalıklara şifa ararken, inim inim inlerken; kimileri ölümün acısını yudum yudum yudumlarken üzüldüğün şeye bak! Utan ey kulum utan da kendine gel! Etrafına bir bak ve ibret al ki, ne sıkıntılar var! Ne zor yaşamlar, ne zor imtihanlar, çekilen ne acılar var! Hâline şükredeceğine kendini boşu boşuna sıkıntıya sokmadasın!
Dünyaya gözünü açmadan yetim kalanlara, öksüzlere, bir anda birkaç evladını ebediyete uğurlayanlara baksana bir! Ölmüşlerinin cesetlerini bulamayanlara, evinin önünden kaybolup bir daha bulunamayanlara bak! En küçük imtihanda avaz avaz bağırmaktan da vazgeç!”
Yüreğine bir serinlik gelmişti. Şehitleri, şehit yakınlarını, yetimleri düşününce kendi derdinin bir dert olmadığını anlamıştı. Pişman oldu boşuna çektiği eziyetten. Tövbeler etti ortaya koyduğu ham hâline. Üzüldü kardeşlerinin başına gelenlere…
Demek ki, bunca okumak, bunca namaz, bunca oruç yetmemişti pişip olgunlaşmasına. Çok daha çalışmalı, edebini düzeltmeli, kâinatı ve hayatı doğru okumalıydı. Gerçek acılara odaklanmalı, gerçek acıların yüreğinin ortağı olmalıydı. Anladı kusurunu… Tövbeler etti…
Bireyselleşmenin ve yalnızlaşmanın had safhaya ulaştığı bu çağda, kendi kabuğumuza çekilip başımıza dertler üretmekteyiz. Dertsizliği bile sorun edip “hastalık hastası” oluyoruz. Başımızı kaldırıp etrafımıza bir baksak, tefekkür nazarıyla bakabilsek hâlimize şükredecek çok sebepler bulabiliriz. Bu da bir imtihan, ne mutlu başarabilenlere!