Rahmet çiçeklerinin bile açmakta zorlandığı bir mevsim yaşıyoruz.
Ülkemiz seçim havasına girdiğinden dolayı çevremizde meydana gelen gelişmeleri görmekten zorlanıyoruz.
Meydanlarda liderlerin dillerinden dökülen kelimelere bakınca “işte biz buyuz” demekten kendimi alamıyorum.
Adap ve terbiye sınırlarının aşıldığı, ahlakın tarumar olduğu ağza gelenin alenen söylendiği böyle mitingleri bu yaşıma kadar ne duydum ne de gördüm.
Birkaç oy uğruna mahrem aile yuvalarının bile tarumar edildiği siyasetten ancak Allah’a sığınmak gerekiyor.
İlkbahar’ın bile yüzünü göstermekten hayâ ettiği acayip bir hava yaşıyoruz.
Yaptığımız bunca haksız ve yersiz konuşmaların hukukullaha dokunduğunu düşünüyorum.
Seçimler biter; açılan yaralar ise zor kapanır.
İnsanları bu denli germenin ne gereği var? Kişiler neden gıybet, dedikodu, yalan ve iftiralara bu kadar rağbet gösteriyor?
Yaratılanların içinde eşi benzeri olmayan bir yapıda olan İnsanoğlunun merak yönü bazen ifrat ve tefrite dönüşünce haklı veya haksızı ayırt etmeden peşine takılıp gidiyor.
Hacısından hocasına, okumuşundan cahiline, erkeğinden kadınına hep aynı konular konuşuluyor.
İki kişi bir araya gelince konu hemen siyasete dönüşüyor. Kendi düşüncelerini bir bir sayıyor. Karşısındaki de aynı şekilde mukabele ediyor. Günün malayani bir şekilde geçmesine sebebiyet veriyorlar.
Bunlar için seçimler ya kurtuluş, ya da batıştır.
Bu anlayışla ve psikoloji ile nereye kadar gidilecek?
Asli görevimizi unuttuk. Kapıldık bir akıntıya sürüklenip gidiyoruz. Günler hızla aleyhimizde geçiyor. Geriye dönüşü olmayan bir yoldayız. Ah, vahın faydası dokunmayacağı bir menzile hızla aktığımızı ne zaman idrak edeceğiz? Kendimizi sorgulamak için neden zaman ayırmıyoruz?
Seçimleri göremeden musalla taşına yatacağımız neden aklımıza gelmiyor? Oysa musalla taşına yatanlar da, yatana kadar belki de aynı şeylerin peşinde koşup duruyordu. Ansızın gelen ölüm gerçeği ile yüz yüze gelmekten daha önemli ne olabilir?
Liderleri dinlemek için meydanları sabahın ilk saatlerinde doldurmaya çalışanların başka derdi ve sıkıntısı yok mu? Her gün minarelerden okunan ezana icabet etmeyenlerin, ebedi kalacakmış gibi dünyaya sarılmalarını hala anlamış değilim.
Artık bu fanatiklere vaaz da nasihat da kâr etmiyor. Seçimlere kadar meydanlarda görülmeyen bu zevat seçim atmosferi içinde gezmedikleri il, ilçe, mahalle ve köy kalmıyor. Hayatında uğramadığı cami avlusunda tanısın tanımasın cenazeleri de yalnız bırakmıyorlar. Milletin derdi bunları ilgilendirmiyor. Onlar çıktıkları bu yolda kafayı meclise nasıl atacağının hesaplarını yapıyor.
Ya bizler; kimlerin avukatlığına soyunduğumuzun farkında mıyız? Bir de her konuşulana anlayan, anlamayanın şak şakçılığından nefret ettim. Seçime kadar bizlerle hemhal olanlar seçimi kazanırsa bir sene; eh bir de kaybederse nefret ve öfke ile yeni bir seçime kadar ne telefonlara ne de görüşmelere zamanı olmayacaktır. Bu devran hep böyle oldu. Bundan sonra da bizim aklımız başımıza gelinceye kadar da böyle olacaktır.
Biz hep şakşakçıyız. Bunlar şak şak’ın ne kadar fazla olup olmadığına bakarlar. Senin derdinin ortağı olamazlar. Senin derdinin ortağı yine de çevrende hangi partiden olursa olsun arkadaşlarındır. Bunlar için kavgaya, kargaşaya hiç gerek yoktur.
Adam benim için mi kapı kapı dolaşıyor? Bunu yapacağına inansam onun peşinden ayrılmam. Lakin ne yazık ki acı tecrübeler bizlere çok dersler öğretti.
Bu gerçekler ortada dururken bazı çok muhterem arkadaşlarımız, kendi köşelerinde tuttuğu parti için destek yazıları ve oy avcılığı yapıyor.
Bu ne bana ne benim gibi yazı yazanlara yakışık bir durum değildir.
Vatandaşı kendi özgür iradesi ile baş başa bırakmak gerekiyor. Çok temiz ve iyi niyetle kaleme alınan yazılara temsil ettiği kişilerin layık olup olmadığı da tartışma konusudur. Asli vazifemizi unutup, siyaset rüzgârına kapılarak kişileri yönlendirmenin ne derece uygun olup olmayacağını da vicdanlara havale ediyorum.
Sonuç olarak şunları söylemek istiyorum: Elinde bir mihengi, bir ölçüsü olmayan, bir yol göstericisi, bir rehberi bulunmayan insanımızın siyasilerin her söylediklerini kabul ederek onlara meyletmeleri belki bir derece anlaşılabilir. Çünkü bilmiyorlar, çoğu saf ve samimi olduğundan, bilmeden aldanmaları önemli ve geçerli bir mazeret teşkil edebilir.
Önünde doğru yönü gösteren pusulası olanların söylenen sözlerin doğru veya yanlış olduğunu fark ettirecek mihenkler, şaşmaz ölçüler, değişmez düstur ve prensipleri vardır. Dahası ortak akıldan çıkan meşveret kararları vardır. Kişilerin bu prensip ve düsturları öğrenmek ve o doğrultuda bir tavır içinde bulunmak gibi bir yükümlülükleri olmalıdır.